Facebook Sayısı: FBS

Beynimizdeki Twitter Limiti postunu okuyanlar Dunbar Sayısı'nı ve bu sayının sosyal ilişkiler geliştirmemizdeki önemini hatırlayacaklardır. Her ne kadar Robert Dunbar bu kavramı Twitter kullanıcıları için ortaya atmış olmasa da bugün arkadaş listelerindeki rakamların hızla önem kazanmasıyla bu sayı Twitter'la özdeşleşti. Dunbar Sayısı'nın ardından bir biyolojik bilimler dergisi olan Proceedings of The Royal Society B sinir bilimlerine (ve farkında olmadan pazarlamaya da) yeni bir kavram kazandırdı; FBS, yani Facebook Sayısı.


'' Kalın kafalı '' sıfatı, kullanılmasından pek de hazzettiğimiz bir şey olsa da ve mecaz bir anlam taşıyor gibi görünse de aslında bir gerçekliği de yansıtıyor. Yani insanların beyinlerinin çeşitli bölgeleri birbirlerine kıyasla daha kalın olabiliyor, bu da zihinsel fonksiyonların yeterince çalışmadığını belirtmek için kullandığımız kalın kafalı yakıştırmasını doğuruyor işte. Ama bir farkla. Bizim yüklediğimiz olumsuz anlamı yanlışlayan bir şekilde. Araştırmacı Ryota Kanai ve arkadaşlarına göre Facebook Sayısı (arkadaş listenizdeki kişi sayısı) ne kadar çoksa beyninizdeki kimi bölgeler de o kadar kalın! Bizi bu sonuca ulaştıran araştırma, Londra'da bir üniversitede 125 öğrenciyle yürütülüyor. Araştırmacılar katılımcıların Facebook Sayısı'nı beyinlerindeki '' boz madde '' yoğunluğuyla karşılaştırıyor. (Boz madde, birbiriyle iletişim halindeki sinir hücresine giden lifleri ve sinir sisteminin önemli dokularını destekleyen çeşitli nöronlardan oluşur. Beyne gönderilen işaretlerin işlendiği en önemli yerdir.) Sonuçlar direkt biyolojiyle bağlı gibi görünse de anlaşılır ve önemli şeyler söylüyor. Sonuçlara göre katılımcıların Facebook Sayısı'yla beyinlerinin yüz tanıma, insanların mimikleri, yüz-el-kol hareketleriyle ilgili algıları yönlendiren ve hafızayı yöneten bölgedeki boz madde kalınlığı arasında bir korelasyon olduğu görülmüş. 125 katılımcıyla gerçekleştirilen bu araştırmanın güvenirliğini ispatlamak için 40 katılımcıyla aynı araştırmayı gerçekleştiren Kanai yine benzer sonuçlara ulaşmış.

Bu araştırmada esas ilginç olan nokta, sonuçlarda bahsedilen 3 bölgenin kalınlığının sadece katılımcıların Facebook networkleriyle ilişkili olması. Daha sonra yürütülen benzer bir araştırmada katılımcılara Facebook Sayısı'ına ek olarak sanal değil de fiziksel çevreleriyle ilgili sorular soruluyor ve bulunan sayısal değer yine boz maddeyle karşılaştırıldığında '' Facebook Sayısı '' korelasyonuyla benzer şeyler bulunmuyor.


Sonuçlar kesin bir nedensellik veremese de araştırmacıların birçok tahmini bulunuyor. Facebook, arkadaş arama/ilişki geliştirme gibi aktiviteleri körüklediği için bu sonuçların karşımıza çıktığını ya da beyinlerinde bahsi geçen bölgeleri '' kalın '' olan insanların Facebook kullanmaya meyilli olduğunu söylüyorlar. Yani yumurta-tavuk meselesi gibi bir şey çıkıyor karşımıza. Sonuçlar ne kadar muğlak olursa olsun burada mutlak olan en önemli nokta Facebook arkadaşlıklarının bilimsel araştırmalarda bile fiziksel arkadaşlıktan farklı bir türde olması :)



SOSYAL REKLAMCILIK

Sosyal platformlardan, sosyal medya uzmanlarından, sosyal medya hizmeti veren ajanslardan yorulmuş vaziyette kişisel olarak bütün bu sosyallik kisvesi altında asosyalliğe doğru hızla ilerlerken şirketler/ markalar için aynı şey söz konusu değil. Twitter, Facebook gibi platformlar, sosyal medya 'uzman'ları aracılığıyla markaların tüketiciyle birebir ilişki kurmasında oldukça etkili hale geldi. Tüketiciyle aralarındaki bağı kuvvetlendirmek, internetteki mesai sırasında dikkati çekebilmek için markalar Facebook hesaplarından veya Youtube'un ''Promoted Video'' larındaki ya da Twitter'ın ''Promoted Products'' 'banner'larından medet umuyor. Amaç tüketicinin dikkatini çekmek, radyoda duyduğu ya da televizyonda izlediği reklamdan çok daha etkili bir yolla ona ulaşmak. İşte biz buna ''Sosyal Reklamcılık'' diyoruz. 

Yurt dışında ünlü bir araştırma şirketi sosyal reklamcılığın şu an ne durumda olduğunu bilimsel verilerle görmek ve bu işin fırsatlarını ortaya koymak amacıyla 230 marka müdürü ve pazarlama sektörü çalışanıyla bir araştırma yapmış. Araştırmanın temel sorusu sosyal reklamcılığın tüketicinin banner'ları es geçmemesi için bir çare olup olmaması. Dijital pazarlama banner'lar ve anahtar kelimeler sayesinde aldığı tıklamalarla ürünler için etkili sonuçlar veriyor. Fakat bu strateji sosyal paylaşım ağlarında farklı sitelerde olduğu kadar etkili değil. Bu tür sitelerde rastlanan bannerlar ''banner körlüğü'' denilen bir kavramı ortaya çıkarıyor, yani tüketici bu bannerları görmezden geliyor.

Kullanılabilirlik ve ergonomi gurusu Jakob Nielsen geleneksel bir siteye baktığımızda hangi kısımlara odaklandığımızı ortaya çıkaran bir harita çıkarmış ve çıkan sonuçlara bakılırsa tüketicinin dikkati ekrandaki yazılara karşı sıfır, fakat banner'lara karşı hiç de öyle değil.

Sosyal medyada ise durum farklı. Profillerde içerik tüketici için popüler hale geliyor ve geleneksel bir sitedeki banner'lara kıyasla buradakiler tamamen görmezden gelinebiliyor. Bu durum dijital pazarlamacılar için ciddi bir tehdit oluştursa da sosyal paylaşım sitelerinde farklı pazarlama stratejileri geliştirilmesi gerekliliği doğurduğu için bir bakıma iyi bir şey. Sosyal medyada tüketicinin ilgisini çekmek ve bağlılık geliştirmek için ''timeline'' denilen akışın olduğu panoyu kullanmak en önemli adım. Facebook bu konuda çeşitli modeller öneriyor. Reklam vermek isteyen şirketler dil, bölge, ilgi alanı gibi konularda anahtar kelime satın alabiliyor, Twitter ''Promoted Products'' hizmeti sayesinde kullanıcıların gözü önünde bütün dikkati toplayan tweetlere yakın şekilde reklam vermek isteyen markaları/ürünleri yerleştiriyor. (2012'de bu hizmetin 'timeline'a entegre olmuş şekilde sunulacağı belirtiliyor). Twitter'da reklamı yapılan ürünler gerçek zamanlı olarak doğru kişilere ulaşmayı hedeflemiş şekilde tasarlanmış. Mesela arabayla ilgili bir şeyler aradığınızda sonuçlarda karşınıza reklamı yapılan araba çıkıyor. Şu an reklamlar sadece kullanıcının odaklandığı yerlere stratejik şekilde yerleştirilmiş halde ve  'timeline'ın içinde görünmüyor, fakat ileride tasarlanan şey tweetlerde geçen sözcüklerle alakalı reklamların ana sayfada belirmesi.

Pivot'un yaptığı çalışma sosyal reklamcılığın kullanımıyla ilgili sonuçlar da içeriyor. Pazarlama uzmanları ve ajans çalışanlarına 18-26 Mayıs 2011'de mail, Facebook, bloglar vs aracılığıyla uygulanan anketlerde çeşitli sorular sorarak sosyal reklamcılığın işe yararlılığı hakkında sonuca varmaya çalışmışlar.


Sağdaki tablo alanda çalışanlara geçmiş tecrübelerinden bağımsız olarak gelecekteki 2 sene içinde sosyal reklamcılığın sağlayacağı faydaların ne kadar değerli olacağına dair verilen cevapların dağılımını gösteriyor. %60'lık sarı kısım '' çok değerli '', %8'lik yeşil kısım '' biraz değerli '', çizgilerle gösterilen % 32'lik kısım ''değerli '' şeklinde verilen cevapları temsil ediyor. Sonuçların son derece optimist olduğunu, '' değersiz '' cevabına hiç rastlanmadığını görüyoruz.






İkinci soru halihazırda sosyal reklamcılığı kullanıp kullanmadıklarıyla ilgili. Bu soruya '' evet kullanıyorum '' şeklinde cevap verenler %67 'lik kısmı oluşturuyor, şu an kullanmadığını, fakat gelecek 12 ay içerisinde kullanmayı planladığını söyleyenler % 18'lik kısımda ve hem şu an kullanmadığını hem de kullanmayı düşünmediğini söyleyenler ise %15'teler.






Bir başka soru uyguladıkları sosyal reklamcılığın kendilerini tatmin edip etmediği yönünde. Katılımcıların %11'i 'çok' tatmin olduğunu belirtirken %43'lük kısım tatmin olduğunu söylüyor, kısmen tatmin olduğunu söyleyen kesim %45'i oluştururken, %1'lik bir oranın da hiç tatmin olmadığını görüyoruz.




Sosyal reklamcılığın hangi platformlarda kullanıldığı sorulduğunda cevaplar şu şekilde olmuş;



Katılımcılara sosyal reklamcılığı kullanma amaçları sorulduğunda %4'ünün marka algısında yön değiştirme amacı taşıdığını, %4'ünün video izleme oranı yakalamak istediğini, %9'unun veri tabanı oluşturmak istediğini, %9'unun geri bildirim alma amacı taşıdığını, %9'unun ürün satmak için tercih ettiğini, %11'inin ürünlerle ilgili duyurular veya ürün tanıtımı için kullandığını, %12'sinin var olan trafiklerini online ortama da taşımak istediklerini, %12'sinin marka/ürünün kullanıcı/hayran sayısını artırmak için bu yolu tercih ettiğini, %13'ünün halihazırdaki müşterilerle bağlılığı kuvvetlendirmeye çalıştığını, %17'sinin de marka algısı yaratmak için sosyal reklamcılığı tercih ettiğini görüyoruz.

Sosyal reklamcılık denildiğinde hangi yöntemleri bu reklamcılığın bir parçası olarak gördükleri sorulduğunda %83'ü bir şirket ya da marka adına tweet/blogpost yazmayı, %69'u sosyal medya sitelerinde görünür şekilde yer almayı, %67'si viral video yaratmayı, %64'ü ürün adına düzenlenen yarışma/kampanyaları, %63'ü twitter trendlerini, %62'si sosyal medya optimizasyonunu, %55'i tweet ya da Facebook'ta 'like' kampanyaları sonrası bir şeyler kazandırmayı, %49u para karşılığı tweet ya da blogpost yazdırmayı, %43'ü sosyal elçilik yapan programları, sosyal reklamcılığın bir parçası olarak gördüğünü belirtmiş.

Reklam kampanyalarının başarısı ölçmek için kullandıkları araçlar sorulduğunda katılımcıların  %63'ünün sosyal medya, %30'unun web analytics kullandığı, %43'ünün de kendilerinin denetledikleri belirtilmiş.

Son olarak katılımcılara şirketlerinin kullandığı sosyal reklamcılık yöntemlerinde tüketiciye olan yaklaşımları sorulmuş. %58'lik kısım tüketicilerin katılımını aktif olarak kampanyalarında görmek istediklerini belirtirken %16'lık kısım onları sosyal elçiler olarak gördüğünü söylemiş. %11'lik kısım tüketicileri %58'lik kısım gibi aktif görmek istediğini ama esas kontrolün kendilerinde bulunması gerektiğini söylemiş. %13'lük kısım da yürüttükleri sosyal reklam kampanyalarının henüz tüketiciyi içine alacak nitelikte olmadığını belirtmiş.

Geliştirilen sosyal reklam stratejilerinin tüketicilerin banner'lara olan körlüğüne karşı başarılı çözümler ürettiği bir gerçek. Sosyal reklamcılık geliştikçe bu çözümlere yenileri eklenip daha da etkili yollar mutlaka bulunacak. Neuromarketing perspektifinden baktığımızda esas önemli olan noktanın reklamların tüketicinin alışkanlıklarına, davranışlarına ve reklam kampanyalarının yapıldığı kültüre göre geliştirilmesi gerektiği... 

IPHONE 'AŞK'ı

Geçtiğimiz günlerde iphone 4s'in piyasaya sürülmesiyle Apple bağımlılarını 'yeni bir doz' heyecanı sardı. Teknolojik aletlere olan tutkumuzu bağımlılık olarak tanımlamak belki de artık çok da doğru değil. Çünkü yakın zaman önce yapılan bir araştırma , nörogörüntüleme tekniklerinin ''bağımlılık'' ve ''doz'' gibi anahtar kelimeleri sımsıkı bağlandığımız kişisel eşyalarımız için kullanmanın yerinde olmadığını ortaya çıkarmış. Araştırmaya göre kullanmamız gereken doğru kelime; AŞK.



Marka danışmanları ve pazar araştırmacıları tarafından Apple, yeryüzündeki en değerli, en arzulanan marka olarak görülüyor. Bu da akıllara Buyology kitabının yazarı ünlü danışman Martin Lindstrom'un geçtiğimiz yıllarda yaptığı bir deneyi getiriyor. Lindstrom yaptığı araştırmada dünyadaki en güçlü markalarla dinler arasındaki benzerlikleri bulmaya çalışmış, fMRI kullanılarak yapılan araştırmanın sonucunda da katılımcıların beyin aktivitelerinin Apple ve Harley Davidson gibi markalara baktığı zamanki haliyle Hz. İsa, Meryem temalı dini semboller taşıyan resimlere baktığında da aynı olduğunu görmüş. 


Lindstrom daha yakın bir geçmişte yeni bir araştırma daha yapmış. Yaşları 14-20 ay arasında değişen 20 bebeğin eline birer Blackberry tutuşturmuş. (Cep telefonlarının zararlı etkileri hala çürütülememişken yaptığı deney etik bakımından tartışmalı aslında!) Aradan çok uzun süre geçmeden bebekler parmaklarıyla Blackberryler'in ekranına dokunup bir hareket beklemişler. Beklentileri karşılanmayınca da telefonları fırlatıp atmışlar. Bu deney çok da tutarlı sonuçlar sunmasa da en minicik halimizden beri Applevari bir dünyaya koşullandığımızı gösteriyor.

'Smartphone' larını evde unutarak dışarı adım atan insanlar artık kendilerini eksik hissettiklerini, bedenlerini bir endişe kapladığını söyler hep. Iphone kullanıcılarında bu belirtiler diğerlerine oranla epey fazla çıkmış bazı araştırma sonuçlarına göre. Semptomlara bakılırsa bu kişilerin gerçekten kaygı bozukluğundan muzdarip olmaları mümkün. Dünyada en sevilen 10 sesi bulmaya çalışan bir başka araştırmaya göre ilk sesi telefon titremesinin çıkardığı ses oluşturuyorsa, artık teknolojik oyuncaklarımızla romantik olmasa da aşk yaşadığımızı söylemek de mümkün. Bazı psikologlar tarafından olay çoktan bilimsel boyuta taşınmış durumda. Smartphone kullanımının kompulsif davranışlara neden olduğu (kumar oynamak gibi), beynimizdeki kimyasal dengeleri değiştirdiği kabul ediliyor artık...

Iphonelarla aşk yaşadığımızı ispatlamayı kafasına koyan Lindstrom tekrar bir araştırma yapmaya karar vermiş. San Diego'daki bir neuromarketing şirketiyle anlaşarak (Türkiye'de bu disiplin hala tam anlamıyla ciddiye alınmazken yurt dışında bu hizmeti veren şirketler var gördüğünüz gibi) iphone'lar kokain, alkol ya da alışveriş gibi bir bağımlılık çeşidi mi değil mi ortaya çıkarmak için yola çıkmış. Yaşları 18-25 arasında değişen 8 kadın ve 8 erkek, beyin aktiviteleri fMRI tekniğiyle görüntülenerek iphone'dan gelen video görüntülerine, müzik ve titreşim sesine maruz bırakılmış. Sonuçlar; katılımcıların sese maruz kaldığında beyinlerinin görsel taraflarının, görsel uyaranlara maruz kaldıklarında da yine beyinlerinde işitsel kısımların harekete geçtiğini ortaya çıkarmış. Yani katılımcılar iphone'dan gelen bir sesi duyduklarında onu aynı zamanda görüyorlar, görüntü izlediklerinde de bu sessiz de olsa onu duyuyorlar. Bu da iphone'un ''duyu ikililiği'' olarak da adlandırabileceğimiz ''sinestezi''ye neden olduğunu gösteriyor. Sinesteziden daha dikkate alınması gereken bir başka sonuç da katılımcıların beyinlerinde 'insular cortex' olarak adlandırılan aşk ve tutkuyla bağlantılı bölgenin ciddi anlamda hareketlenmiş olması. Yani deneye katılan kadınların ve erkeklerin beyni iphone'dan gelen zil sesini duyduğunda sevgililerinin sesini duymuş gibi yanıt veriyor! Kısacası, iphone'a bağımlı değiliz, iphone'a aşığız. 



Teknolojinin yavaş yavaş hayatımızdaki her yeri işgal ettiği bu çağda insanlar artık iphone'lara aşık olup onları partnerleri olarak kabul ederlerse şaşırmamak lazım. İnsan ilişkilerini daha fazla yok etmemek adına bence en kısa zamanda yanı başınızdaki telefonu bir kenara atın ve zil sesiyle değil de gerçek bir insan sesiyle heyecanlanmaya bakın :) 






Steve Jobs'un Ardından...

Steve Jobs dün bu dünyaya veda etti. Ardından bir sürü şey yazıldı, bir sürü şey söylendi. Kimileri onu dünyayı değiştiren bir deha olarak görürken kimileri sadece teknolojik aletlere estetik katmış bir satıcı olarak gördü. Kimileri onu artık dünyaya daha farklı bakmamızı ve algılamamızı sağlamış bir tasarımcı olarak tanımlarken kimileri sadece alışkanlıkları değiştirmiş bir marketing harikası olduğunu savundu. Herkesin mutabık kaldığı tek nokta belki de Jobs'un vizyonerliğiydi. Obama'dan Bill Gates'e, Mark Zuckerberg'den Google'ın kurucularına kadar hepsinin Jobs'un ölümü ardından vurguladığı şey dünyanın gerçek bir vizyoneri kaybetmiş olmasıydı...

Aslında Steve Jobs'un diğerlerinden farklı olarak yaptığı en önemli şey son kullanıcıyı düşünmesi, tüketiciyle gerçekten empati kurması oldu. Jobs, tüketicinin hayatını programlama ya da çeşitli yazılımlar arasında geçirmediğini biliyordu, tüketicinin ilgilendiği şeyin aslında bilgisayarların kendisi değil müzik, yaratıcılık, oyunlar, tasarım gibi şeyler olduğunun da farkındaydı. Dehasının izlerini görebileceğimiz en önemli yer de işte burasıydı. O, insanların kullanmaktan keyif almadığı bir ürünü asla ortaya çıkarmazdı. Apple'ın nasıl bütün markaları etkileyen dev bir markaya dönüştüğüne ve Steve Jobs'un bu dönüşümdeki rolüne göz attığımızda zaten bunu apaçık görebiliyoruz.

Gerçek liderler dünden, bugünden çok geleceğe odaklananlardır. Apple'ın astronomik başarısının ardında da tüketicinin şu anki ihtiyaçlarından öte gelecekte neye ihtiyaç duyacaklarını belirleyebilmek yatıyor. Jobs 4/4lük bir showmandi ve bir Apple ürünü piyasaya sürüldüğünde insanları bu ürün için uzun kuyruklara dizmenin yolunu çok iyi biliyordu. Beijing'de iPad2 için yaşanan izdihamda 4 kişinin hastaneye kaldırılması bunun çok güzel bir örneği. Sunumlar sırasında  hep soluk kot pantolonlar, boğazlı kazaklar ve spor ayakkabılar giyen Jobs'un karizmasıyla ya da kendini gösterişli ifade etmeyle bir derdi olmadığını da gördük hep. Odaklanmamız gereken şey tanıttığı üründü çünkü, Jobs'un görüntüsü değil. 

Hewlett Packard ürettiği TouchPad'ler satmadığı için tablet işinden çekildiğini açıklarken, geçtiğimiz ay Sharp, Galapagos tabletlerini artık satmama kararı aldığını kamuoyuna bildirirken iPad tablet pazarını tam anlamıyla domine etti. IDC analistlerine göre yılın ikinci çeyreğinde %68.3 gibi bir satış oranı yakaladı. Çünkü iPad'in ardındaki deha onu bir bilgisayar gibi kullanılabilir hale getirmişti, kitap okumak ya da doküman hazırlamak gibi sınırlı özellikler yerine bilgisayar görünümü olmayan bir bilgisayar yaratmıştı.

Jobs her şeyi olduğu gibi tasarımı da farklı bir boyuta taşıdı. Çoğumuzun tasarımdan anladığı şey estetik bir görünüm ve o görünümün bize hissettirdikleridir. Apple farklı bir şey yaptı ama, görünümün ötesine geçip tasarımı ürünlerin işleyişine taşıdı. Bugüne kadar tasarım fonksiyonellikten uzak dururken Jobs iki kavramın birbirine geçmesini sağladı. 2001'de piyasaya sürülen iPod'u düşünelim. Pazara giren ilk mp3 çalar değildi. Popülaritesini ilk olduğu için değil minimalist tasarımı ve iTunes'la entegre edilmiş kullanımı kolay arayüzü sayesinde yakaladı. 1997'de Apple iflasın eşiğindeyken Steve Jobs'un geri dönüp kendi tasarım felsefesini şirkette uygulamasıyla Apple bugün dünyanın en büyük teknoloji şirketlerinden biri haline geldi. 

Apple'ın başarılı pazarlamasının ardında çoğu zaman hiç önemsemediğimiz detaylar ve Steve Jobs'un mükemmeliyetçiliği yatıyor. 3 sene önce Google'ın üst düzey yöneticilerinden Vic Gundotra acil bir telefonla Jobs tarafından arandığında Google logosuyla ilgili bir eleştiri almış. iPhone'da logonun görünümüyle ilgili memnun olmadığını belirten Jobs, Google'daki ikinci O'nun doğru eğimde ve renginin doğru tonda olmadığını, bunu düzeltmesi için acilen birini ayarladığını söyler. Bugün hepimizin sevdiği eğlenceli Google logosunun başarısının sırrı bile belki de Jobs'da gizlidir.

Steve Jobs hepimizin teşekkür etmesi gereken gerçek bir dehaydı. Farkında olmasak da o, hepimize tasarım kelimesini bunca zaman ne kadar yanlış anladığımızı öğretti, tasarımın önemini öğretti ve en önemlisi kendi hayatımızı nasıl tasarlamamız gerektiğini öğretti.

Markaların Renk Serüveni


Kırmızıda durup yeşilde geçeriz, neyin yenip neyin içileceğini, neyin tehlikeli neyin güvenli olduğunu çoğu zaman renklere bakarak karar veririz. İnsanoğlu olarak çoğu zaman sadece estetikle ilişkilendirdiğimiz renkler aslında hayatımızda sandığımızdan fazla etkilidir. Sözsüz iletişimin en önemli parçasıdır. Zihnimiz de belli renklere belli tepkileri vermek üzere programlanmıştır. Renklerden aldığımız subliminal mesajlar düşünce yapımızı şekillendirir, duyularımızı uyarır, harekete geçirir ve bunun farkında olan tasarımcılar da logoları tasarlarken renklerin gücünün farkında olup tasarımlarını çeşitli faktörler doğrultusunda yaparlar...

Kırmızı
Kırmızının temsil ettiği kavramlar aksiyon, heyecan, hareket, tehlike, kan, aşk, tutku ve güç olarak sıralanabilir. Kırmızı keskin bir renktir ve temsil ettiği şeyler birbirinden oldukça farklı uçlara uzanır. Bunu bilen tasarımcılar da insanların acıkmasını ve kan basıncının yükselmesini sağlamak için özellikle yiyecek-içecek ürünlerinde kırmızıyı sıkça tercih ederler.


Red Bull kırmızısı oldukça yoğun tonlardan oluşan bir kırmızı ve enerji içeceğini oldukça güçlü temsil edebilecek başarılı bir logo. Şirket, içeceği '' Ruha ve bedene hayat verir, kanatlandırır '' sloganlarıyla pazarlıyor. Bu sloganlar da kırmızının markayla neden bu kadar uyumlu olduğunu açıklıyor.


Pembe
Pembe feminenliği, romantizmi ve masumiyeti çağrıştıran bir renktir. Yakın zamanda meme kanseri farkındalığı yaratmak için kullanıldığı alanlardan da görülebileceği üzere genellikle kadın hedef kitlesi olan ürünlerde ya da herhangi bir ürüne feminen pırıltılar katmak için kullanılır.



Barbie logosunda pembe oldukça öne çıkan ve pazarlanan ürünü -hedef kitlesinin küçük kızlar olduğunu düşündüğümüzde- destekleyen bir renk. Fontla beraber küçük kızların yazma stiline gönderme yapan logo 1959'dan beri markayla özdeşleşmiş durumda.



Turuncu
Turuncu yaratıcılık, eğlence, gençlik ve coşku gibi kavramları temsil eden renktir. Kırmızı ve sarının bir kombinasyonu olan bu rengin temsil ettiği çağrışımlar da yine 2 renkle ortaktır. Ama kırmızıdan daha genç ve enerjik bir renktir. Eğlenceyi temsil eden ürünlerde veya bununla alakalı duyguları aktive etmek isteyenlerce sıklıkla kullanılır.



Nickelodeon'ın 1984 yılında tasarlanan logosu hedef kitlesinin çocuklar olduğu düşünülünce oldukça başarılı bir renk. TV kanalını eğlenceli ve genç olarak lanse eden bu logo sıçratılmış boyalar ve eğlenceli bir tipografiyle çocuklara ait bir ürünü oldukça iyi yansıtıyor.


Sarı
Sarı, merak, pozitiflik, güneş ışığı, sıcaklık, enerji, mutluluk gibi kavramların temsilcisidir zihnimizde. Kırmızıda olduğu gibi sarının da verdiği mesajlar karmaşıktır. Sarı parlak bir renktir, algılanması kolaydır ve oto yollarda tehlikeyi çağrıştıran bazı işaretlerde kullanılır. Genellikle mutluluk ve sıcaklık mesajı vermek için tasarlanan logolarda sarıya rastlarız.

1962 yılında Jim Schindler tarafından tasarlanan Mc Donald's logosunu ve ''İşte Bunu Seviyorum'' sloganını hepimiz biliriz. Logo Redfast food markası da logolarında aynı renkleri kullanmaya başlamıştır. Bull'un logosu ile benzerlik gösterir ama burada daha çok çocuklara hitap eden sarı rengin baskın olduğunu görürüz. Kırmızı kan basıncını ve açlığı artırmaya yönelik kullanılmıştır ve bu logodan sonra birçok fast food restoranının logolarında bu rengi tercih ettiği görülmüş.


Yeşil
Yeşil, doğallığı, tazeliği, yenilenmeyi ve sağlığı temsil eden bir renktir. Çevreye duyarlı şirketlerin genelde logolarında yeşili tercih ettiği görülür.



Yeşil, doğa ve hayvanlar alemi odaklı program yapan bir televizyon kanalı için oldukça uygun bir renk. Animal Planet'in 2008'de Dunning Eley Jones tarafından tasarlanmış logosunda yeşilin farklı tonlarının kullanıldığı, bunun da orman, çimen ve doğanın temsilleri olduğu görülür.


Mavi
Mavi zihnimizde otorite, güven, ciddiyet, güç ve başarı gibi temsilleri olan bir renktir. Logo tasarımlarında en çok rastlanan ve devlete ait kurumlar, medikal şirketler gibi farklı sektörlere ait 500'ün üstünde markanın logolarında maviyi kullandığı görülüyor.



IBM'in 1972 yılında Paul Rand tarafından tasarlanan logosunun her harfi 8 yatay çizgiden oluşuyor. Rand bu çizgilerle güç ve dinamizmi temsil etmek istemiş. Logo tam olarak mavinin bu tonlarıyla kullanılmasa da hala IBM markasının güçlü bir unsurudur.




Mor
Mor gizemin, maneviyatın, asaletin rengidir zihnimizde. Kırmızı ve mavinin bir kombinasyonu olan rengin hem sıcak hem de soğuk etkileri vardır. Mor, eğitimle ve lüks sayılabilecek ürünlerle ilgili logolarda sıkça kullanılan bir renktir.




Hallmark'ın logosunda mor, markanın vermek istediği ''en iyi''  mesajıyla oldukça örtüşen bir renk. Kraliyet çağrışımları da olan bu renk logodaki taçla oldukça örtüşür ve markanın algısını kuvvetlendirir.



Kahverengi
Kahverengi derinlik, yeryüzü, ciddiyet, işe yararlık gibi çağrışımlar yapan bir renktir. Genellikle yapı ile alakalı ürünlerin logolarında tercih edilen bu renk sıcaklık ve doğallığa vurgu yapar.


'' Kahverengi sizin için ne yapabilir?'' sloganıyla UPS en iyi hatırlanan kahverengi logodan biridir. Zaman zaman sıkıcı ve muhafazakar olarak da algılanan logo, FedEx ve USPS gibi muadillerinin arasından logosu sayesinde kolayca sıyrılmıştır. 2003'te yeniden tasarlanan logosunda sarıya da yer veren marka logosuna sıcak ve arkadaşça çizgiler de katmış olur böylece.


Siyah
Siyah, otoritenin, kolayca ayırt edilebilir olmanın, ciddiyetin ve gelenekselliğin temsilidir zihnimizde. Cüretkar ve sofistike bir renk olması bakımından farklı şekillerde birçok markada karşımıza çıkar.




James Bond'un 007 logosu klasik casus filmlerinin bir temsili gibidir. Gizem, otorite ve resmiyeti çağrıştırır.





Beyaz
Beyaz masumiyetin, temizliğin, barışın ve gerçeğin rengidir. Genellikle farklı renkler üzerinde bırakılan boşluklarla harfler yaratılarak oluşturulan logo kullanımlarında görülür.

Ünlü gelinlik markası Pronovias, siyah zemin üzerinde beyaz harflerle oluşturduğu logosunda hem asalet hem de masumiyeti birleştiriyor ve pazarladığı ürünle oldukça uyuşan logosuyla karşımıza çıkıyor.


Gri
Logo tasarımlarında sadece siyah ve beyazlar yok, griler de var :) Zeka, mantık, hüzün ve dengeyi temsil ediyor bu griler. Gri, siyahla beyazın, şeytanla meleğin arasındadır hep. Nötr ve soğuk olarak bilinir.



Kristalin lideri lüks marka Swarovski hem kendi liderliğini hem de markanın 100 yıllık geçmişini temsil eden zarif, gri logoyu tercih etmiş.